20.02.2010

7226. Gün

Acımasızlığımdan şikayetçiler. Duygusuzluğumdan. Saygısızlığımdan. Fakat rahatlığımı kıskandıklarını biliyorum. Bunu inkar edemiyorlar. Vicdanımı hiç bir saçmalıkla doldurmadığımı biliyorlar. Onları önemsemediğimi, onları hayatıma dahil etmediğimi biliyorlar. Bencilliğimi sevmemi istemiyorlar fakat ben bencilliğimin işlediği her hücreme aşığım. Sevgimi başkalarına yansıtmaya çalışıyor, başarılı olamıyor, yanlış hedeflere haklarımı bitiriyor olabilirim, fakat o sevginin kaynağını yine kaynağında harcıyorum. Güneşin sıcaklığının çok az bir kısmını dünyaya yansıtması gibi. Onlara bağlı olmamı istiyorlar. Hakkımdaki herşeyin onlara bir şekilde dokunmasını istiyorlar. Kimisi hayatıma dahil olmak istiyor, kimisi beni hayatına dahil etmek istiyor. "Bağlanmaktan korkma salaklığı" değil bu, "bağlanmak" kelimesiyle uzaktan yakından alakalı bir durum bile değil. Bu sadece kendimle daha mutlu oluşumun getirdiği bir güven. Kimsede aradığımı bulamadım çünkü. Tanıdığım herkesin uzun sürede beni bir şekilde hayalkırıklığına uğratıp, ilk gördüğüm andaki o mükemmeliğini bozup aslında hiç de harika olmayışlarını gösterişinin verdiği bir umut kesintisi. Bendeki imajını bozmamış bir tek insan dahi yok çevremde.. Kimisi buna "insan seçiciliğinde mükemmeliyetçilik" diyebilir, belki de öyledir. Bunu değiştirme niyetim yok. Mesafemi korumak ile şimdiye kadar bir şey kaybettim. Kalabalıktan her zaman nefret etmişimdir. Her insanın farklı sözcükleri varken, bir tanesini bile duyma isteğim olmayınca aralarında yer almak, gereksiz. Benmerkezcilik mi oluyor? Egosantrizm? Narsizm belki de? Bir isme ihtiyacı olduğunu sanmıyorum. Bencil olmanın bile küçük bile olsa bir kısmının kişinin dışında kalanların suçu olabileceği fikrindeyim. Hiçbir şey, hiçbir zaman tek taraflı değildir; buna inanıyorum işte. Bunu SEN de biliyorsun.

dila.

6.02.2010

Bottle up and explode

Üniversiteyi gözümüzde büyüten Amerikan filmlerine hiç olmadığım kadar nefret doluyum. Bir yere kapak attığımız anda hayatımızın çılgın partiler, çatlak profesörler, yer yer trajik vakalar ve bolca sevişmelerden ibaret olacağı kanısı ile 18 sene geçirip, kendini beton yığını soğuk bir binada aslında manası olmayan, formaliteden harcanan ders saatleriyle boğulmuş ve belki de ömrün boyunca olabildiğin en canlı yıllarını buraya gidip gelirken harcamış olduğun gerçeği ile yüzleşmek acıların en büyüğü olur. Hayır hala umut doluyum, hala sevgi doluyum fakat inatla negatifleşen çevremden de kendimi alıkoyamıyorum. "Benden istenenin sadece derslerime çalışmak" diye bir olay var feci halde beynimi oyan. Böylesi bir şey mümkün olabilir mi? Bir insanın tek yapması gerekenin bir kaç kitap ezberleyip, içine azıcık kendi düşüncesini koymak diye bir şey olabilir mi? Bunu ancak bir robot yapabilir ve zor bir mücadele ile edindiğim "canlı" sıfatını "ölü" bir şekilde nasıl savunmamı bekliyorlar?
İki gün sonra 2. dönem başlayacak. Her sene, her dönem başı -her öğrencinin yaptığı gibi- kendimce sözler verdim. Fakat realist yanımın daime baskın geldiği gibi bu sefer de daha "ölçülü" bir şekilde attım! En azından -geçen dönem olduğu gibi- filmlerde yer alan üniversite hayatını yaşayacağım inanca bağlı kalmadan konuştum kendimle. Eğlenirken -en azından gülerken- bir şekilde mezun olacağımı düşündüm. Daha üç senem var, fakat ilk raundda aldığım yumruk beynimi sarstı. İkinci raunda çıkar, devamını getiririm fakat bir defa darbe yediniz mi, hiç bir zaman yememiş haliniz ile aynı olamazsınız.
Herkesin kendince derdi var. Fakat kimse başkasının derdi oluşunu kabullenmediği zaman çok feci gidesim geliyor. Bencillikten bahsetmiyorum, bencillik kendimde sevdiğim bir özellik. Bahsettiğim şey insanın derdini dert etmesi. Yani tamam kötü şeyler yaşanıyor, fakat sen sadece kötü şeyler yaşamıyorsun ki? Böylesi bir trajedi içindeysen senden daha fazla yaşamanı bile beklemem. Elbet gününün bir köşesinde içinden bile olsa bir gülümseme ile ısınmışsındır ve sen benim yanımda yer alıp, bunu göremiyorsan edindiğin yeri kaybedeli uzun bir zaman olmuştur. Şu sıraların bir özelliği mi var bilmiyorum ama herkesten tek duyduğum şikayet oluyor. Nasıl bir bunaltı bu bilmem anlayabiliyor musunuz. Günün sonunda değerlendirme temelli bir konuşmada karşı tarafı dinledikten ve "Senin günün nasıldı?" sorusuna yöneltildikten sonra ben de günümün bütün negatif yönlerine yönelir oluyorum. Böylesi bir etkileşim, ani bir çekip gitme isteğine yol açıyor. Bir süre sonra oldukça cazip gelen bir istek. Bir süre daha sonra, gerçekleşen bir istek.

dila.

6.01.2010

Do you think you can tell?

Radyoda Wish you were here çalıyor. Her ne kadar grubu sevsem de adam akıllı dinlemişliğim yoktur Pink Floyd'u. İçimde inanılmaz bir saygı var her şarkısına karşı fakat yine de dinlemiyorum. Neden bilmiyorum. Bazen -böyle radyoda yakaladığım anlarda- bir coşku bürüyor, "Dinleyeyim" diyorum, neden sonra tırsıyorum. "Öyle herkes dinleyemez" diyesim geliyor.. Okuyor ise bana çaktırmamasını rica ettiğim bir Emir var oralarda. Yazın "Floyd/Zeppelin" tartışmalarında Zeppelin tarafı olarak başının etini yiyordum çünkü. Hala bir çok cümlem geçerli, yine de kendimin bile korkup, kaldıramayacağım bir yük benimsediğim bir şeyi var Pink Floyd'da. Belki de "off bunu dinle süpper şarkı" diye bana yollanan ve efsaneleşmiş Pink Floyd şarkılarının düştükleri dillerden geliyor bu korkum. "Herkesin beğendiğini beğenmeme" gibi bir ergen tribi.. Yo bu kadar basitleştirmemeli. Öf kendimden iğrendim.
~
Müzik kimilerine göre hassas konu. Bana mesela! Herkesin "off çokgzeel" diye yolladığı şarkılardan kaçınırım. Çünkü senin beğendiğini karşındaki de beğenecek diye bir şey yok. Msn gibi bir ortamdan şarkı yollarsın, karşındaki dinledi mi dinlemedi mi, sevdi mi burun mu kıvırdı, sesini açıp kendinden mi geçti, sesi kapatıp dinliyor mu gözüktü (yapmışlığım var). Şimdiye kadar pek fazla kişiden şarkı almışlığım yoktur. Anıl -su vereni bol olsun- yolladığı bir tane şarkıda da burnumu kıvırtmamıştır. Bir gruba bağlanmadan, şarkı güzelse o yeterli mantığı ile her yolladığı şarkıda gönlümü çalmıştır. Onun gibi şarkı gönderenim olmadı.. Eğer sen de benim bir şarkıyı tavsiye ettiklerimden isen aslında bilmediğin bir ben vardı o sırada karşında. Birine şarkı yollarken nasıl kasıldığımı sanırım henüz kimse bilmiyor. Tüm cesaretimi toplayıp, yolladığım vakit aslında gözlerimi kapatıp bunu yaptığımı unutmaya zorluyorum kendimi. Çünkü birine yolladığım bir şarkı benim çok sevdiğim bir şarkı demek ve o şarkıyı o zamana kadar hep el üstünde tutmuşumdur, bir başka görüşün o şarkıda benim beğenime erişemeyecek oluşu büyüyü bozuyor gibi geliyor. Şimdiye kadar kimseye Beatles tavsiye etmemişimdir. Bunun nedeni daha farklı tabi, kendime saklıyormuşum gibi hissediyorum yollamadıkça.
~
Kim dediydi hatırlamıyorum da "nasıl öyle grupların elemanlarının isimlerini biliyorsun" gibi bir şey demişti biri. Ben de çok düşündüm bunu. Pazartesi finaller başlıyor ve şöyle bir neler bildiğimi gözden geçirirken çok basit konuları hiç anlamadığımı farkettim. Müzik bilgimi geliştirişim oldukça bilinçsizce olurken derslerime gereken ilgiyi göstermeyişim acı tabi. Bir annenin "buna harcadığın zamanı.." türevleri gibi.
~
Beni tanımadan bana şarkı yollamayın. Kibarlığım bozulmayacak bir yemin gibidir, sizi beyaz yalanlarımla parlatmak istemiyorum. Çok istiyorsan bana şarkı yollamak, zaten dinliyor olduklarımın türevlerini falan seç.
~
Wish you were here biteli ve pek de kulağımı okşamayan bir kaç şarkı başlayıp diğerine yol vereli çok oldu. Şimdi radyoyu kapatıp Wish you were here'i dinlemeye gidiyorum..
~
NOT: Oha! Noktayı koydum ve radyo eksen bana kızıp Elliot Smith - Miss Misery açtı ya da ben öyle hissettim. Yine de; Floyd'u geçemedi.
~
dila.

4.01.2010

Konulu Film: Avatar.

2009 yılı en güzel filmi ile kapandı. James Cameron'ı Terminator serisinden zaten çok severdim, bir de Avatar ile gönlümde iyice yer edindi. Kadronun da müthişliği ile izlenmeye doyum vermeyen bir film olmuş.
~

Her zaman büyük projeler içinde olan bir yönetmen olarak bilirdim James Cameron'ı ve yine en büyük işi başardı. Filmin gelmesine çok uzun zamanlar kala hakkında bir sürü yazı okumuştum ve bir tanesinde aslında Cameron'ın bu projeyi henüz Titanic'i çekerken düşünmüş olduğuyla ilgiliydi. Titanic'in bile zamanını aşıp, ileri bir teknoloji ile yapılmış olmasına rağmen yönetmen Avatar için gerekli projenin bulunmayışı sebebi ile bu projeyi beklemeye almıştı. Avatar'ın tekrardan su yüzüne çıkmasına sebep olan da yine bir başka harika yönetmenin elinden çıkma Lord of  the Rings olmuştu. Filmdeki önemli karakterlerden biri olan Gollum'un yapıldığı ve sanırım CGI teknolojisi adı altında yer alan, şu sıralar Peter Jackson'ın yeni projelerinde de çokça kullanma heveslisi olduğu bu efekti gördükten sonra karar vermiş Avatar'ın zamanının geldiğine. İyi ki de gelmiş.
~
Hikayenin temelinin sağlam oluşu, sadece efektlerle görsel bir filmden ibaret olmayışı bile Avatar'ı özel kılıyor. Star Wars'un gezegenleri, Star Trek'in uzay teknolojisi, LOTR'in diyarları gibi kendine ait çok sağlam bir geçmişi olan bir hikaye. Aynı zamanda bu geçmiş ile çok da teknik bilgiye girilmeyişini sevdim. Amerikan hükümetinin nasıl bir tarihte, nasıl bir teknoloji ile başka gezegenlere ulaştığının bilgisini vermeden, bu bilgiye hiç bir zaman gerek duydurtmayan bir temeli var. Tolkien'in elfçesi kadar geniş olmasa da bu film için de bir linguistik profesörü tarafından, Na'vi halkına özel ve oyuncuların kolay telaffuz edebileceği bir dil yaratılmış. Ancak dediğim gibi, Tolkien'in tutkusu ve yıllarca çalışması ile ortaya çıkan bir elfçe kadar derin değil, sadece filmde geçen repliklere uyabilecek, ortalama 500 kelimelik bir kapasitesi olan bir dil. İleride bir devam filmi olur mu hala bir açıklama yapılmadı. James Cameron, film yeni çıktığında ve gişeleri talan ettiğinde yapılan bir röportajda "Önce ilkinden biraz para toplamamız lazım.." demişti, yine de hiç bir şey belli değil. Ancak 2009 yılını mühürleyen ve sıranın en üstünde yeralan müthiş bir film olduğu gerçeği hala sağlam bir şekilde varlığını koruyor.
~
Terminator: Salvation'dan da önce ünlü eser Macbeth'in bir uyarlamasında Macbeth karakterinde ilk defa izlediğim Sam Worthington, kendini aşamamıştı belki ama yine de performansı takdire değerdi. Henüz iki gün önce izlediğim Star Trek'te Uhura karakterini inanılmaz güzel canlandıram Zoe Saldana ise bana göre filmdeki en iyi karakterlerden biriydi. Annemin "Bu kadın hep uzayda." diye nitelediği Sigourney Weaver ise daha çok küçükken izlediğim Aliens'tan beri güçlü kadın duruşu ile gönlümü fethetmişti, Avatar'daki, artık ona yerleşmiş olan karakteri de favorilerimdendi. Her zaman zor bir kişiliği olan, genelde "Kötüler" tarafında sayılabilen bir komutanın oluşu biraz klişeydi fakat bu küçük bir unsurdu ve filmi bozmaktan çok daha da iyi yapıyordu. Tarafları "İnsanlar" ve "Uzaylılar" olarak değil de, daha genel ve daha temel olarak "İyiler" ve "Kötüler" olarak ayırışları daha yararlı olmuştu. Bize yabancı olan herkesin ve herşeyin kötü oluşu genellemesinden arınması da bir artı oldu.
~
Açıkçası hakkında ne kadar yazı okumuş olursam olayım, fragmandan biraz yanlış etkilendiğim gerçeği filmi izlerken çok belirgindi. Fragmanın daha farklı bir havası vardı. Filmde çok aşırı olmadan yer alan o aşk unsurunu gizliyordu, daha çok aksiyon filmi gibi geliyordu. Fakat filmin fragmanından daha derin bir duygusallık ve hayal gücü içerdiği de kaçınılamaz bir gerçek.
~
Artık çoğu sinemalarda yer edinen 3D teknolojisi ile bu filmi izlemek, sanırım ona en büyük beğeni artısını katıyordu. Herhangi başka bir sinemada izlenildiğinde efektlerin kalitesi böyle iyi anlaşılamaz heralde. Bu fikre hemen hemen herkesin sahip oluşu da 3 boyut teknolojisinin izleyicide bıraktığı izlenimi doğruluyor. Sanırım görsel efekt devri bile bir üst seviyeye tamamen açtı kollarını. Bir sonraki seviyeye gelene kadar hemen hemen her filmin 3 boyutlu çekiliyor olması gerekiyor sanırım, benim asıl merak ettiğim o bir sonraki aşamanın, seviyenin ne olacağı.
~
Eskiye nazaran daha gerçekçi görüntü sitemimiz, sanki ekranın, sahnenin içindeymişiz hissi veren ses sistemimiz ve her şeyi daha çok gerçekçi kılan bir sinemacılık anlayışımız var. Yine de kendimize has ritüellerimiz, vazgeçilmezlerimiz ve film sona erdiğinde simsiyah ekranın üzerinden yazılar akıp giderken son bir kaç saatimizde kendimizi olmayan bir dünyada hissedişliğimizin bıraktığı bir hüzün ve çocuksu bir neşemiz var..
~
dila.

order 66

Herkes bir şikayet modunda.

Bunaldım.

dila.